Cumhuriyet dönemine gelinceye dek halk kavramı, Türk tarihinde üzerine çok basılarak kullanılan bir kavram olmamış, olsa da gerçek içeriğiyle pek tartışılmamıştır. Cumhuriyet dönemindeyse Halkçılık, demokrasinin temel dayanaklarından olmuştur. Kişi, aile ve sınıf imtiyazlarına karşı çıkan Atatürk, kanunların halktan kimilerinin çıkarma hazırlanmasını tarihe gömerek, halkın koşulsuz yararına çıkarılıp yürütülmesini sağlamıştır. Devlet, Halkçılık sayesinde bir halk devleti halini alır. Atatürk, Halkçılığın devrimler açısından ne denli yaşamlar olduğunu, çeşitli vesilelerle gündeme getirmiştir:
"İç yönetimimiz konusunda güçlükleri yok edebilmek, iyi görevli atamak ya da görevlinin görevine son vermek kuralını ortadan kaldırmak gereğindeyiz. Biz bu kuralı iki ilkeye dayanarak sonuçlandırabiliriz. Bundan dolayı hangi ilkeyi koyabileceğimizi düşünmeye koyulalım. Sandığıma göre bugünkü varlığımızın gerçek özü ulusun genel eğilimlerini ortaya koymuştur, o da halkçılıktır, halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir. Efendiler, 'Biz memur sınıfı yaratmak için çalışmayalım' ve kesinlikle bir 'memur kadrosu' içinde bulunanları bir yere koymakla kafa yormayalım. Yönetimi halka vermek için çalışalım. O zaman bütün güçlüklerin ortadan kalkacağına inanıyorum... Ben bununla uğraşmaktayım.
İç politikada yolumuz olan halkçılık, yani ulusu kendi başına buyruk kılma ilkesi Anayasamızla saptanmıştır.
Bunu bir tek sözcükle belirtmek gerekirse diyebiliriz ki yeni Türkiye devleti, bir halk devletidir. Halkın devletidir."
1930'lu yılların çalışma ilişkileri ve iktisadi boyutuna damgasını vuran ilk kavram yine "Halkçılık" olmuştur.
Aslında Kurtuluş Savaşı yıllarında "halk=ulus" biçiminde kavramlaştırılan, daha sonra liberal politikalarla sanayinin yerli girişimcilerini oluşturması beklenen millî burjuvazinin yaratılıp sınıf ayrımının reddedildiği halkçılık; 1930'dan sonra içerik değiştirmiştir. 1930'daki Serbest Fırka deneyiminin ardından yönetime ağırlığını koyan tek parti anlayışı, sınıf ayrımlarını şiddetle yok sayarken halkçılığı bu tercihine ideolojik bir gerekçe olarak sunmaya başlamıştır. Aslına bakılırsa, halkçılık, ulus-devletin inşasının temelinde yalan "Halkı bir ulus olduğuna inandırma" ya da daha önceden varolmayan bir kavramı toplumun genel kabulüne açan bir kavram olarak Atatürk'ün milliyetçilik ve devletçilik politikalarının en başat öğelerinden biri olagelmiştir.
Yine Hobsbawm'ın ulusal oydaşma ve devletçiliğin temel prensibi haline gelen "Özel çıkarlara karşı ortak çıkar", "Ayrıcalığa karşı ortak yarar" tezi de halkçılık-devletçilik ve milliyetçilik üçgeninin ne denli içice olduklarını göstermektedir. Türkiye'de de kurucu elitler, sınıf çıkarları yerine devletin ana işveren konumunda bulunup ortak çıkan bölüştüreceği, halkçılık paydasında birleşmiş bir ulus-devlet işleyişini temel hedef göstermişlerdir. Feroz Ahmad, süreci, "Kemalist ekonomi siyasetinin hedefi, öncelikle, modern bir topluma özgü sınıf yapısına sahip bir millet yaratmaktı. Bu hedefe ulaşıldığı ve ardından sınıf çatışması geldiği zaman ise devlet müdahale edip hakem rolü oynayacaktı" şeklinde tanımlar. Nitekim ileride görüleceği gibi bu hakemlik rolü uzun yıllar yürürlükte kalacak 1936 İş Kanunu'nda açık bir biçimde dile getirilecektir.
Halkçılığın yeni süreçte benimsenmesinin kimi pragmatik yönleri de vardır. Devletçilikten sadece bir kez 1931'de İzmir'de bahseden Atatürk, halkın yapısına dikkat çekerken toplumun her şeyi devletten beklediğini, dolayısıyla devletin ekonomiye ağırlığını koymasının mecburiyet halini aldığını kaydetmiştir. Yine İsmet İnönü, devletçiliğin nasıl algılandığına ilişkin konuşmasında halkçılığa dayalı "ılımlı devletçilik" modelinin benimsendiğini belirtirken, milliyetçilik-devletçilik-halkçılık üçgenine işaret etmekten geri kalmıştır.
[Kaynak: Baran Dural, Atatürk'ün Liderlik Sırları]
"İç yönetimimiz konusunda güçlükleri yok edebilmek, iyi görevli atamak ya da görevlinin görevine son vermek kuralını ortadan kaldırmak gereğindeyiz. Biz bu kuralı iki ilkeye dayanarak sonuçlandırabiliriz. Bundan dolayı hangi ilkeyi koyabileceğimizi düşünmeye koyulalım. Sandığıma göre bugünkü varlığımızın gerçek özü ulusun genel eğilimlerini ortaya koymuştur, o da halkçılıktır, halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir. Efendiler, 'Biz memur sınıfı yaratmak için çalışmayalım' ve kesinlikle bir 'memur kadrosu' içinde bulunanları bir yere koymakla kafa yormayalım. Yönetimi halka vermek için çalışalım. O zaman bütün güçlüklerin ortadan kalkacağına inanıyorum... Ben bununla uğraşmaktayım.
İç politikada yolumuz olan halkçılık, yani ulusu kendi başına buyruk kılma ilkesi Anayasamızla saptanmıştır.
Bunu bir tek sözcükle belirtmek gerekirse diyebiliriz ki yeni Türkiye devleti, bir halk devletidir. Halkın devletidir."
1930'lu yılların çalışma ilişkileri ve iktisadi boyutuna damgasını vuran ilk kavram yine "Halkçılık" olmuştur.
Aslında Kurtuluş Savaşı yıllarında "halk=ulus" biçiminde kavramlaştırılan, daha sonra liberal politikalarla sanayinin yerli girişimcilerini oluşturması beklenen millî burjuvazinin yaratılıp sınıf ayrımının reddedildiği halkçılık; 1930'dan sonra içerik değiştirmiştir. 1930'daki Serbest Fırka deneyiminin ardından yönetime ağırlığını koyan tek parti anlayışı, sınıf ayrımlarını şiddetle yok sayarken halkçılığı bu tercihine ideolojik bir gerekçe olarak sunmaya başlamıştır. Aslına bakılırsa, halkçılık, ulus-devletin inşasının temelinde yalan "Halkı bir ulus olduğuna inandırma" ya da daha önceden varolmayan bir kavramı toplumun genel kabulüne açan bir kavram olarak Atatürk'ün milliyetçilik ve devletçilik politikalarının en başat öğelerinden biri olagelmiştir.
Yine Hobsbawm'ın ulusal oydaşma ve devletçiliğin temel prensibi haline gelen "Özel çıkarlara karşı ortak çıkar", "Ayrıcalığa karşı ortak yarar" tezi de halkçılık-devletçilik ve milliyetçilik üçgeninin ne denli içice olduklarını göstermektedir. Türkiye'de de kurucu elitler, sınıf çıkarları yerine devletin ana işveren konumunda bulunup ortak çıkan bölüştüreceği, halkçılık paydasında birleşmiş bir ulus-devlet işleyişini temel hedef göstermişlerdir. Feroz Ahmad, süreci, "Kemalist ekonomi siyasetinin hedefi, öncelikle, modern bir topluma özgü sınıf yapısına sahip bir millet yaratmaktı. Bu hedefe ulaşıldığı ve ardından sınıf çatışması geldiği zaman ise devlet müdahale edip hakem rolü oynayacaktı" şeklinde tanımlar. Nitekim ileride görüleceği gibi bu hakemlik rolü uzun yıllar yürürlükte kalacak 1936 İş Kanunu'nda açık bir biçimde dile getirilecektir.
Halkçılığın yeni süreçte benimsenmesinin kimi pragmatik yönleri de vardır. Devletçilikten sadece bir kez 1931'de İzmir'de bahseden Atatürk, halkın yapısına dikkat çekerken toplumun her şeyi devletten beklediğini, dolayısıyla devletin ekonomiye ağırlığını koymasının mecburiyet halini aldığını kaydetmiştir. Yine İsmet İnönü, devletçiliğin nasıl algılandığına ilişkin konuşmasında halkçılığa dayalı "ılımlı devletçilik" modelinin benimsendiğini belirtirken, milliyetçilik-devletçilik-halkçılık üçgenine işaret etmekten geri kalmıştır.
[Kaynak: Baran Dural, Atatürk'ün Liderlik Sırları]